Bu yazımı Çanakkale Zaferi'nin 98'inci yıl dönümünde canım Ata'm, Mustafa Kemal Atatürk ve tüm Şehitlerimiz için yazıyorum.
Biliyorum, büyük çogunluğu yaratıcı insanlardan oluşan bir toplumuz. Bunun örneklerinden birine de geçtiğimiz yaz Gelibolu'yu ziyarete giderken yolda benzin almak için durduğumuz yerlerden birinde yeniden şahit oldum. Her tarafı kayalık olduğu için bina yapmaya elverişli olmayan bir yerde direklerin tepesine sevimli bir mescit kondurmayı başarmışız. Neyse, konum bu değildi. J
Biliyorum, büyük çogunluğu yaratıcı insanlardan oluşan bir toplumuz. Bunun örneklerinden birine de geçtiğimiz yaz Gelibolu'yu ziyarete giderken yolda benzin almak için durduğumuz yerlerden birinde yeniden şahit oldum. Her tarafı kayalık olduğu için bina yapmaya elverişli olmayan bir yerde direklerin tepesine sevimli bir mescit kondurmayı başarmışız. Neyse, konum bu değildi. J
Çanakkale sınırlarına girerken kendimi içimden “Çanakkale
içindeee…” türküsünü söylerken buldum. O anda bunun bilinçli yaptığım bir şey
olmadığının da farkına vardım ve birden zekanın onlarca tanımından biri aklıma
geldi; “Zeka değişen durumlara uyum sağlama yeteneğidir.” diyordu
üniversitedeki psikoloji kitaplarımdan birinde. Ben de şehre girerken bilinçsiz
de olsa uyum sağlayıvermişim. Bu arada umarım yukarıdaki zekanın anonim bir
tanımdır - plagiarism yapmaktan korkuyorum - çünkü bu tanımlamayı şuan kimin
yaptığını hatırlayamadım. :D Biliyorum şu anda oturup “Tarihimiz” ile ilgili yazı yazmaya yeltendiğim şu
anlarda sadece bundan bahsetmem gerekiyor ama seneler geçmesine rağmen içimdeki
sevgili üniversitedeki bölüm başkanımız mutlaka bir yerden fırlayıp
geliveriyor. Mesleki İngilizce derslerimizde nasıl makale yazmamız gerektiğini
anlatan ve her seferinde dikkat etmediğimiz takdirde başımıza neler
gelebileceğini ifade etmeye çalışan bölüm başkanımız nedeniyle senelerdir yazı
yazarkenki en büyük korkum plagiarism yapmak oldu. (Böylelikle huzurlarınızda "Plagiariaphobia" kavramını psikoloji literatürüne ekliyorum. :p)
Çanakkale’den vapurla Gelibolu’ya geçerken aklıma hayatım
boyunca aldığım tarih eğitimim geldi. Yanlış hatırlamıyorsam ilkokul dördüncü
sınıftan beri tarihimizi her sene tekrar tekrar öğrenmeye çalıştım, ülkedeki
milyonlarca kişi gibi. Bu durum, yüzlerce tarih ve savaş ismini de sınavı takip
eden hafta başarıyla unutmamla sonuçlandı. Bu şekilde bir tarih eğitimi
denemesiyle yıllarımı geçirdiğim için çok üzgünüm. Çanakkale Savaşı’nı da kitaplardan birkaç kez okudum ve
dinledim. Aklımda bazı isimler kalmış: Conk Bayırı, Gelibolu, Goben, Breslav,
Yavuz, Midilli, Seyit Onbaşı. (Acı ama sanırım daha fazla değil. L ) Umarım benden çok daha
fazla hatırlayanların sayısı 70 milyondur da ben de biraz kendimi ilgisizlikle
suçlayıp haksız çıkarım.
Ziyaretimize geri dönüyorum. Rehberimizle birlikte
Alçıtepe’ye girdik, savaşın Güney Cephesi, her metre karesinde birkaç
şehidin yattığı yer. Rehberimiz sadece Güney Cephesindeki Şahindere
Şehitliğinde kimlikleri tespit edilebilen 1969 şehit olduğunu söyledi. 1900’lü
her sayı benim için 20. yy’ı ifade etmiş olduğundan algılamakta zorlandım.
Alçıtepe’den sonra Şehitlik Abide’mizin yükseldiği yere
gittik. Rehberimiz, abidenin yapımına başlandıktan sonra uzun bir süre yarım
kaldığını söyledi. Şok!!! Bunun ne demek olduğunu abideyi ziyaret edenler daha
iyi anlayacaklardır. Çünkü, abide Çanakkale Boğazı’nın en güzel manzaralı ve
geçen yerli yabancı her geminin görmemesinin mümkün olmayacağı kadar açıklık
bir yerde. Rehberimiz, abidenin ulusal bir gazetenin ülke içinde başlattığı bir
yardım kampanyasıyla halktan para toplayarak bitirildiğini söylüyor. Merak edip
sordum çünkü rehberimiz bilinçli olarak belki de reklam yapmak istemediği için
söylememişti. “Hangi gazete???” –Milliyet.
Abidenin etrafında gezinirken Meçhul Asker’in mezarını
gördüm. Diğer toplu haldeki tüm mezarlıklardan farklı bir yerde tek başına
duruyordu. Mezarın üstünde yazanları okumadan önce içimden geçirdim, acaba
kimlikleri savaş esnasında belirlenemeden toprağın altına gönderilen meçhul
askerlerden hangisi bu… Sonra da mezarın üstündeki yazıyı merakla okudum. Şöyle
yazıyordu: “Çanakkale Savaşları sırasında bir Anzak askeri tarafından Gelibolu
Yarımadası’ndan Avustralya’ya götürülen Türk askerine ait kafatası Avustralya
hükümetince 10 Mart 2003 günü Türk makamlarına teslim edilmiş ve 18 Mart 2003
günü buraya defnedilmiştir.” Rehberimizin anlattığına göre Anzak askeri savaşta
kafası kopmuş Türk askerinin kafatasını çantasında ülkesine götürmüş ve
yıllarca evinin çatı katında kimselerin haberi olmadan saklamış. Fakat ölüm
döşeğindeyken yakınlarına yıllarca sakladığı sırrı açıklamış ve onlardan
kafatasını Türkiye’ye, ait olduğu yere, göndermelerini istemiş.
Geçtiğimiz (2012) yaz önce haberlerde Çanakkale Savaşı esnasında bir
İngiliz askerin çantasına koyup ülkesine götürdüğü kaplumbağa hikayesini
duymayan kalmamıştır sanırım. Ve şimdi düşünüyorum. Ülkesi dışında başka bir
yerde savaşan insanlar ülkelerine geri dönerken neden yalnız dönmek
istemediler? Ülkelerinde savaşa dair anılarını, pişmanlıklarını, üzüntülerini
paylaşacak ve savaşı yaşamış olan bir nesneye mi sığınmak istediler? Ve en çok
da yalnızlıklarını… Bu, ülkelerinden çok uzak bir yerde, o ülkenin insanlarına
saldırdıktan ve savaştıktan sonra ve seneler sonra ülkelerinde yaşlanıp can
verirken, yanlarına aldıkları nesnelere karşı son görevlerini yerine getirmek arzusu
onların, gerçekte yaşadıkları pişmanlıkları ve bir şekilde özürlerini dile
getirmeyi seçtikleri yol olabilir mi?
Sanki acının alasını ölen masumlar değil de geride öldürmenin zaferiyle, hayatta kalanlar ömür boyu, vicdanları sayesinde yaşıyor gibi... Şimdi düşünüyorum da, Orta Doğu'da yaşanan katliamlardan zaferle ayrılanları... Paramparça ettikleri vücutlar, bebekler, aileler, yaşamlar, ömür boyu her gün onların peşini bırakmıyorsa, kazandıkları zafer yıllar içinde kendilerini yiyip bitirmişse ve son nefeslerini pişmanlık, aldanmışlık ve kahır içinde veriyorlarsa zafer nedir sorusunun yanıtını en iyi onlar verebilir sanki...
Sanki acının alasını ölen masumlar değil de geride öldürmenin zaferiyle, hayatta kalanlar ömür boyu, vicdanları sayesinde yaşıyor gibi... Şimdi düşünüyorum da, Orta Doğu'da yaşanan katliamlardan zaferle ayrılanları... Paramparça ettikleri vücutlar, bebekler, aileler, yaşamlar, ömür boyu her gün onların peşini bırakmıyorsa, kazandıkları zafer yıllar içinde kendilerini yiyip bitirmişse ve son nefeslerini pişmanlık, aldanmışlık ve kahır içinde veriyorlarsa zafer nedir sorusunun yanıtını en iyi onlar verebilir sanki...
59.408 şehidin kimliğinin belirlenebildiğini söyleyince
rehberimiz, o anda sanki tüm beynim durmuştu. O gün dinlediklerimi algılamakta
çok zorlanıyordum.
“Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın.”
1915 SEDDÜLBAHİR SAVAŞ MALZEMELERİ MÜZESİ
Gelibolu’ya geldiğinizde bu müzeye uğrayın. Bir zamanlar
savaş alanında bulunmuş birçok şeyi göreceksiniz burada. Benim gördüklerim o
anlara götürdü beni. Gözlerim dalıp dalıp gitti her seferinde. Acele eden bir
tur rehberim olmasaydı orada yarım günümü geçirebilir, ve yazacak sayfalarca
şeyim olabilirdi. Zaten buradan ayrılırken bir dahaki gelişimi düşündüm.
İnşallah, Gelibolu’ya bir kez daha ve belki bir kez daha gelecektim. Acaba bir
dahakinde yanımda kimler olacaktı, savaşa dair hangi yeni olayları dinleyecektim
diye düşündüm.
Çanakkale Savaşı sırasında havada çarpışan mermiler insanı dehşete düşürüyor. |
İngiliz asker ayakkabısı / Bir de aşağıdaki Türk askerimizin ayakkabısına bakın. Yorumsuz... |
Türk askerinin çarığı |
Morto Koyu bir
sonraki duraktı, Fransızların çıkarma yaptıkları yer. Hemen orada bir Fransız
mezarlığı da bulunmakta. Gelibolu'ya gittiğinizde gerçekten de koyun koyuna savaşan askerlerin savaştıkları askerlerle koyun koyuna yattığını görebilirsiniz.
Oradan Ertuğrul Koyu’na
geçtik. Burası 18 Mart 1915’de dünyanın en büyük birleşik donanmasıyla
saldırıp, deniz yoluyla Çanakkale Boğazı’nı geçemeyeceğini anlayan düşmanın
deniz destekli kara harekatı yapmaya karar verdiği yer. İtilaf devletleri 25
Nisan 1915 sabahı yarım adanın bu civarındaki beş bölgesine aynı anda çıkarma
yapmayı planlamış. Sabahın alaca karanlığında Seddülbahir köyü sahili
donanmanın yoğun bombardımanı altında 2000’i aşkın düşman askerinin Albion ve
River gemilerinden karaya çıkartma mücadelesine sahne olmuş. İşte o koy…
Sayıca oldukça üstün olan düşman askerlerine karşı iki günde
10 subay ve 1897 erimizin şehit olduğu koy… Düşman askeri öyle bir bombardımana
tutmuş ki burayı, artık bu bölgede yaşayan tek bir bitkinin bile kalmadığına
emin olduklarında gemilerinden kayıklara binip sahile gelmeyi planlamışlar.
Fakat arkadaşlarının tamamına yakın bir kısmını şehit veren Ezineli Yahya Çavuş
ve birkaç arkadaşı düşmanı sahilde durdurmayı başarmış. Düşman askeri sadece
sağ tarafta gördüğünüz kumsala kadar gelebilmiş, fakat ilerlemeyi başaramadan
geri çekilmek zorunda kalmışlar. Yahya Çavuş burada savunmasını yaptıktan sonra
yaralanan bacağını tüfeğinin kayışıyla bağlamış ve Alçıtepe
bölgesine çekildikten sonra arkadaşlarıyla burada şehit olmuş.
“Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş’tular
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular
Düşman tümen sanırdı bu şaheser erleri
Allahı arzu ettiler, akşama kavuştular.”
Yabancı Bir Askerin
Savaş Günlüğünden… Kalbimi Acıtan Bir Savaş Anısı
Yabancı bir askerin savaş günlüğünden bir alıntı savaşan bir
Türk askerinin psikolojisini anlamama yardımcı oldu. Türk ve yabancı
birlik karşı karşıya çatışıyor, yabancı asker askerimize karşıdan kurşunu
sıkıyor, isabet ettirdiğinden emin, fakat askerimiz dimdik ayakta duruyor.
Asker şaşırıyor, ayakta sabit duran askerimize bir kurşun daha sıkıyor, isabet
ettirdiğinden ise fazlasıyla emin. Ancak askerimiz hala ayakta. Hayretler içinde
askerimizin yanına doğru yavaş yavaş ilerliyor ve olanı o anda anlıyor.
Askerimiz vurulduğu zaman yere düşmemek için silahını koltuğunun altına alıp
dizlerinin üzerinde durmaya çalışıyor. Tekrar tekrar vurulmasına rağmen
pozisyonunu bozmuyor. Bunu neden yaptığını anladığımda ise... Askerimiz vurulduktan
sonra yere düşse belki ölü sanılıp kurtulabilir, fakat o eğer yere düşerse
düşman askerinin daha da ilerleyip geri kalan askerlere saldırmasını, daha çok
askerin ölmesini istemiyor ve bütün kurşunların üstüne isabet etmesi için
düşman askerinin kendisini canlı sanıp tekrar tekrar kurşun isabet ettirmesini
ve ölmeyi tercih ediyor… Göğsünü siper etmek deyimi buradan gelmiş olabilir mi?
Çanakkale Savaşı’ndan
bir Anı… Doktor Baba
Savaş alanına yakın ve ağır yaralı askerlerimize acil
müdahale etmek için kurulan bir yerde geçen bir olay: Doktor acil bir şekilde
apar topar getirilen gazilerimizi çok kısa bir an için inceliyor, eğer
kurtarılma umudu varsa müdahale ediyor, yok ise etrafta bulunan bir ağacın
gölgesine bırakılmasını istiyor ki askerimiz bari sıcağın altında can çekişerek
değil de gölgenin altında can çekişerek hayata gözlerini yumsun diye.
Bir sonraki yaralı topraklar içinde tanınmaz halde. Doktor
bakıyor… Hastanın kurtarılma umudu yok, saniyelerini harcamak istemiyor çünkü
sırada binlerce yaralı onu bekliyor, ve diyor, “Bir ağaç gölgesinin altına
yatırıverin.” O anda yaralı askerimizden bir ses geliyor “Babaa…” Alelacele
başka bir yaralı hasta almaya hazırlanan doktor az önce yüzü tanınmaz halde
olan ve gölgeye bırakılmak üzere olan can çekişen hastaya bakıyor. Askerin
yüzünden topraklar birkaç saniyede temizlenmeye çalışılıyor. Doktorun o anda
gördüğü yüz… Bir yabancının yüzü değil… Bir babanın hayatta yaşayabileceği daha
büyük bir acı var mıdır? Doktor babanın tepkisini merak ediyor musunuz? Geride
bekleyen hastalara bir an baktıktan sonra etrafındakilere dönüyor: “Onu daha koyu
bir gölgeye götürebilir misiniz?” Çanakkale Savaşı’nda bir babanın evladı için
yapabileceği son görev bu oluyor. Ve geride kalan ve kurtarılabilecek durumda
olan yaralılara müdahale etmeye saatlerce devam ediyor. Sabaha karşı dinlenmek
için durduğunda ise oğlunu görmek istiyor, oğlunu altına götürdükleri ağaca
doğru ilerliyor. Ağacın altının çok önce boşaldığını söylüyorlar.
Bir Anı Daha…
Bir Türk askeri Güney Cephesi’nde bir Fransız’la
çatışıyorken Fransız asker vurulup yere düşünce cebinden bir resim çıkartıp
bakıyor. Türk asker yanına geldiğinde ise bu tabloya şahit oluyor. Genç Fransız
asker cebinden çıkardığı annesinin resmine bakıyor. İşte o anda Türk askeri az
önce vurmaya çalıştığı askeri kurtarmaya çalışıyor. Olay yerine gelen Fransız
komutan ise durumu öğrenmeye çalışırken askerimiz diyor ki “Evet onu vurdum,
ama yanına geldiğimde onu annesinin fotoğrafına bakarken buldum. Benim annem
öldü, geri dönsem bile kimsem yok. Ama onun annesi bekliyor, bu yüzden
iyileşmesini istedim.” Fransız komutan donakalıyor.
Güney cephesinde olan binlerce hikayeden birkaçını
dinledikten sonra arabayla geçtiğim ve o anda dümdüz ova gibi görünen yerlerde
savaş anlarını hayal etmeye başladım. Daha Anzakların çatıştığı Kuzey
Cephesi’ne gitmeden, Çanakkale Savaşı dendiğinde aklıma birkaç kelimeden çok
daha fazlasının silinmemek üzere yazıldığını düşündüm.
Ve son olarak… Ulu Önder, Bilge Lider, Atatürk’ün, Çanakkale Savaşı’nda ülkelerini
belki de ne uğruna terk edip ve ne için savaştıklarını bilmeden ellerine silah
alan ve ülkemizde can veren “düşman” askerileri için yazdığı ve şimdi abidemizin yakınında hem İngilizce hem de Türkçe olarak yazılı şekilde duran ve Atamızın, topraklarımızda can veren askerlerin ailelerine ithaf ettiği
metni paylaşmak istedim. Hangi ülkenin hangi lideri ülkesine düşmanca saldıran
ve ölen düşman askeri için böyle bir yazı yazmıştır bilemiyorum… Ve bu, bana Mustafa
Kemal Atatürk’ün, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin en tepesine erişmiş olan
“Kendini Gerçekleştirmiş İnsan”a verebileceğim en iyi örnek olduğuna
inandırıyor. Ve canım Atam düşman askerinin geride kalan yakınlarının yüreğine
bir nebze su serpebilme niyetiyle aşağıdaki yazıyı yazmıştır.
Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!
Burada dost bir vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükun içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!
Göz yaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır.
Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır.
Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.
M.K. Atatürk
Sevgilerimle,
G. Nur Bilek