Translate

Monday, March 18, 2013

Gelibolu'ya hala gitmediyseniz...


Bu yazımı Çanakkale Zaferi'nin 98'inci yıl dönümünde canım Ata'm, Mustafa Kemal Atatürk ve tüm Şehitlerimiz için yazıyorum.

Biliyorum, büyük çogunluğu  yaratıcı insanlardan oluşan bir toplumuz. Bunun örneklerinden birine de geçtiğimiz yaz Gelibolu'yu ziyarete giderken yolda benzin almak için durduğumuz yerlerden birinde yeniden şahit oldum. Her tarafı kayalık olduğu için bina yapmaya elverişli olmayan bir yerde direklerin tepesine sevimli bir mescit kondurmayı başarmışız. Neyse, konum bu değildi. 

Çanakkale sınırlarına girerken kendimi içimden “Çanakkale içindeee…” türküsünü söylerken buldum. O anda bunun bilinçli yaptığım bir şey olmadığının da farkına vardım ve birden zekanın onlarca tanımından biri aklıma geldi; “Zeka değişen durumlara uyum sağlama yeteneğidir.” diyordu üniversitedeki psikoloji kitaplarımdan birinde. Ben de şehre girerken bilinçsiz de olsa uyum sağlayıvermişim. Bu arada umarım yukarıdaki zekanın anonim bir tanımdır - plagiarism yapmaktan korkuyorum - çünkü bu tanımlamayı şuan kimin yaptığını hatırlayamadım. :D Biliyorum şu anda oturup “Tarihimiz” ile ilgili yazı yazmaya yeltendiğim şu anlarda sadece bundan bahsetmem gerekiyor ama seneler geçmesine rağmen içimdeki sevgili üniversitedeki bölüm başkanımız mutlaka bir yerden fırlayıp geliveriyor. Mesleki İngilizce derslerimizde nasıl makale yazmamız gerektiğini anlatan ve her seferinde dikkat etmediğimiz takdirde başımıza neler gelebileceğini ifade etmeye çalışan bölüm başkanımız nedeniyle senelerdir yazı yazarkenki en büyük korkum plagiarism yapmak oldu. (Böylelikle huzurlarınızda "Plagiariaphobia" kavramını psikoloji literatürüne ekliyorum. :p)

Çanakkale’den vapurla Gelibolu’ya geçerken aklıma hayatım boyunca aldığım tarih eğitimim geldi. Yanlış hatırlamıyorsam ilkokul dördüncü sınıftan beri tarihimizi her sene tekrar tekrar öğrenmeye çalıştım, ülkedeki milyonlarca kişi gibi. Bu durum, yüzlerce tarih ve savaş ismini de sınavı takip eden hafta başarıyla unutmamla sonuçlandı. Bu şekilde bir tarih eğitimi denemesiyle yıllarımı geçirdiğim için çok üzgünüm. Çanakkale Savaşı’nı da kitaplardan birkaç kez okudum ve dinledim. Aklımda bazı isimler kalmış: Conk Bayırı, Gelibolu, Goben, Breslav, Yavuz, Midilli, Seyit Onbaşı. (Acı ama sanırım daha fazla değil. L ) Umarım benden çok daha fazla hatırlayanların sayısı 70 milyondur da ben de biraz kendimi ilgisizlikle suçlayıp haksız çıkarım.

Ziyaretimize geri dönüyorum. Rehberimizle birlikte Alçıtepe’ye girdik, savaşın Güney Cephesi, her metre karesinde birkaç şehidin yattığı yer. Rehberimiz sadece Güney Cephesindeki Şahindere Şehitliğinde kimlikleri tespit edilebilen 1969 şehit olduğunu söyledi. 1900’lü her sayı benim için 20. yy’ı ifade etmiş olduğundan algılamakta zorlandım.  

Alçıtepe’den sonra Şehitlik Abide’mizin yükseldiği yere gittik. Rehberimiz, abidenin yapımına başlandıktan sonra uzun bir süre yarım kaldığını söyledi. Şok!!! Bunun ne demek olduğunu abideyi ziyaret edenler daha iyi anlayacaklardır. Çünkü, abide Çanakkale Boğazı’nın en güzel manzaralı ve geçen yerli yabancı her geminin görmemesinin mümkün olmayacağı kadar açıklık bir yerde. Rehberimiz, abidenin ulusal bir gazetenin ülke içinde başlattığı bir yardım kampanyasıyla halktan para toplayarak bitirildiğini söylüyor. Merak edip sordum çünkü rehberimiz bilinçli olarak belki de reklam yapmak istemediği için söylememişti. “Hangi gazete???” –Milliyet. 

Abidenin etrafında gezinirken Meçhul Asker’in mezarını gördüm. Diğer toplu haldeki tüm mezarlıklardan farklı bir yerde tek başına duruyordu. Mezarın üstünde yazanları okumadan önce içimden geçirdim, acaba kimlikleri savaş esnasında belirlenemeden toprağın altına gönderilen meçhul askerlerden hangisi bu… Sonra da mezarın üstündeki yazıyı merakla okudum. Şöyle yazıyordu: “Çanakkale Savaşları sırasında bir Anzak askeri tarafından Gelibolu Yarımadası’ndan Avustralya’ya götürülen Türk askerine ait kafatası Avustralya hükümetince 10 Mart 2003 günü Türk makamlarına teslim edilmiş ve 18 Mart 2003 günü buraya defnedilmiştir.” Rehberimizin anlattığına göre Anzak askeri savaşta kafası kopmuş Türk askerinin kafatasını çantasında ülkesine götürmüş ve yıllarca evinin çatı katında kimselerin haberi olmadan saklamış. Fakat ölüm döşeğindeyken yakınlarına yıllarca sakladığı sırrı açıklamış ve onlardan kafatasını Türkiye’ye, ait olduğu yere, göndermelerini istemiş.

Geçtiğimiz (2012) yaz önce haberlerde Çanakkale Savaşı esnasında bir İngiliz askerin çantasına koyup ülkesine götürdüğü kaplumbağa hikayesini duymayan kalmamıştır sanırım. Ve şimdi düşünüyorum. Ülkesi dışında başka bir yerde savaşan insanlar ülkelerine geri dönerken neden yalnız dönmek istemediler? Ülkelerinde savaşa dair anılarını, pişmanlıklarını, üzüntülerini paylaşacak ve savaşı yaşamış olan bir nesneye mi sığınmak istediler? Ve en çok da yalnızlıklarını… Bu, ülkelerinden çok uzak bir yerde, o ülkenin insanlarına saldırdıktan ve savaştıktan sonra ve seneler sonra ülkelerinde yaşlanıp can verirken, yanlarına aldıkları nesnelere karşı son görevlerini yerine getirmek arzusu onların, gerçekte yaşadıkları pişmanlıkları ve bir şekilde özürlerini dile getirmeyi seçtikleri yol olabilir mi?

Sanki acının alasını ölen masumlar değil de geride öldürmenin zaferiyle, hayatta kalanlar ömür boyu, vicdanları sayesinde yaşıyor gibi... Şimdi düşünüyorum da, Orta Doğu'da yaşanan katliamlardan zaferle ayrılanları... Paramparça ettikleri vücutlar, bebekler, aileler, yaşamlar, ömür boyu her gün onların peşini bırakmıyorsa, kazandıkları zafer yıllar içinde kendilerini yiyip bitirmişse ve son nefeslerini pişmanlık, aldanmışlık ve kahır içinde veriyorlarsa zafer nedir sorusunun yanıtını en iyi onlar verebilir sanki...

59.408 şehidin kimliğinin belirlenebildiğini söyleyince rehberimiz, o anda sanki tüm beynim durmuştu. O gün dinlediklerimi algılamakta çok zorlanıyordum.

“Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın.”

1915 SEDDÜLBAHİR SAVAŞ MALZEMELERİ MÜZESİ
Gelibolu’ya geldiğinizde bu müzeye uğrayın. Bir zamanlar savaş alanında bulunmuş birçok şeyi göreceksiniz burada. Benim gördüklerim o anlara götürdü beni. Gözlerim dalıp dalıp gitti her seferinde. Acele eden bir tur rehberim olmasaydı orada yarım günümü geçirebilir, ve yazacak sayfalarca şeyim olabilirdi. Zaten buradan ayrılırken bir dahaki gelişimi düşündüm. İnşallah, Gelibolu’ya bir kez daha ve belki bir kez daha gelecektim. Acaba bir dahakinde yanımda kimler olacaktı, savaşa dair hangi yeni olayları dinleyecektim diye düşündüm.   
Çanakkale Savaşı sırasında havada çarpışan mermiler insanı dehşete düşürüyor.

İngiliz asker ayakkabısı / Bir de aşağıdaki Türk askerimizin  ayakkabısına bakın. Yorumsuz...

Türk askerinin çarığı

Morto Koyu bir sonraki duraktı, Fransızların çıkarma yaptıkları yer. Hemen orada bir Fransız mezarlığı da bulunmakta. Gelibolu'ya gittiğinizde gerçekten de koyun koyuna savaşan askerlerin savaştıkları askerlerle koyun koyuna yattığını görebilirsiniz.

Oradan Ertuğrul Koyu’na geçtik. Burası 18 Mart 1915’de dünyanın en büyük birleşik donanmasıyla saldırıp, deniz yoluyla Çanakkale Boğazı’nı geçemeyeceğini anlayan düşmanın deniz destekli kara harekatı yapmaya karar verdiği yer. İtilaf devletleri 25 Nisan 1915 sabahı yarım adanın bu civarındaki beş bölgesine aynı anda çıkarma yapmayı planlamış. Sabahın alaca karanlığında Seddülbahir köyü sahili donanmanın yoğun bombardımanı altında 2000’i aşkın düşman askerinin Albion ve River gemilerinden karaya çıkartma mücadelesine sahne olmuş. İşte o koy… 

Sayıca oldukça üstün olan düşman askerlerine karşı iki günde 10 subay ve 1897 erimizin şehit olduğu koy… Düşman askeri öyle bir bombardımana tutmuş ki burayı, artık bu bölgede yaşayan tek bir bitkinin bile kalmadığına emin olduklarında gemilerinden kayıklara binip sahile gelmeyi planlamışlar. Fakat arkadaşlarının tamamına yakın bir kısmını şehit veren Ezineli Yahya Çavuş ve birkaç arkadaşı düşmanı sahilde durdurmayı başarmış. Düşman askeri sadece sağ tarafta gördüğünüz kumsala kadar gelebilmiş, fakat ilerlemeyi başaramadan geri çekilmek zorunda kalmışlar. Yahya Çavuş burada savunmasını yaptıktan sonra yaralanan bacağını tüfeğinin kayışıyla bağlamış ve Alçıtepe bölgesine çekildikten sonra arkadaşlarıyla burada şehit olmuş.

“Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş’tular
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular
Düşman tümen sanırdı bu şaheser erleri
Allahı arzu ettiler, akşama kavuştular.”

Yabancı Bir Askerin Savaş Günlüğünden… Kalbimi Acıtan Bir Savaş Anısı
Yabancı bir askerin savaş günlüğünden bir alıntı savaşan bir Türk askerinin psikolojisini anlamama yardımcı oldu. Türk ve yabancı birlik karşı karşıya çatışıyor, yabancı asker askerimize karşıdan kurşunu sıkıyor, isabet ettirdiğinden emin, fakat askerimiz dimdik ayakta duruyor. Asker şaşırıyor, ayakta sabit duran askerimize bir kurşun daha sıkıyor, isabet ettirdiğinden ise fazlasıyla emin. Ancak askerimiz hala ayakta. Hayretler içinde askerimizin yanına doğru yavaş yavaş ilerliyor ve olanı o anda anlıyor. Askerimiz vurulduğu zaman yere düşmemek için silahını koltuğunun altına alıp dizlerinin üzerinde durmaya çalışıyor. Tekrar tekrar vurulmasına rağmen pozisyonunu bozmuyor. Bunu neden yaptığını anladığımda ise... Askerimiz vurulduktan sonra yere düşse belki ölü sanılıp kurtulabilir, fakat o eğer yere düşerse düşman askerinin daha da ilerleyip geri kalan askerlere saldırmasını, daha çok askerin ölmesini istemiyor ve bütün kurşunların üstüne isabet etmesi için düşman askerinin kendisini canlı sanıp tekrar tekrar kurşun isabet ettirmesini ve ölmeyi tercih ediyor… Göğsünü siper etmek deyimi buradan gelmiş olabilir mi?

Çanakkale Savaşı’ndan bir Anı… Doktor Baba
Savaş alanına yakın ve ağır yaralı askerlerimize acil müdahale etmek için kurulan bir yerde geçen bir olay: Doktor acil bir şekilde apar topar getirilen gazilerimizi çok kısa bir an için inceliyor, eğer kurtarılma umudu varsa müdahale ediyor, yok ise etrafta bulunan bir ağacın gölgesine bırakılmasını istiyor ki askerimiz bari sıcağın altında can çekişerek değil de gölgenin altında can çekişerek hayata gözlerini yumsun diye.
Bir sonraki yaralı topraklar içinde tanınmaz halde. Doktor bakıyor… Hastanın kurtarılma umudu yok, saniyelerini harcamak istemiyor çünkü sırada binlerce yaralı onu bekliyor, ve diyor, “Bir ağaç gölgesinin altına yatırıverin.” O anda yaralı askerimizden bir ses geliyor “Babaa…” Alelacele başka bir yaralı hasta almaya hazırlanan doktor az önce yüzü tanınmaz halde olan ve gölgeye bırakılmak üzere olan can çekişen hastaya bakıyor. Askerin yüzünden topraklar birkaç saniyede temizlenmeye çalışılıyor. Doktorun o anda gördüğü yüz… Bir yabancının yüzü değil… Bir babanın hayatta yaşayabileceği daha büyük bir acı var mıdır? Doktor babanın tepkisini merak ediyor musunuz? Geride bekleyen hastalara bir an baktıktan sonra etrafındakilere dönüyor: “Onu daha koyu bir gölgeye götürebilir misiniz?” Çanakkale Savaşı’nda bir babanın evladı için yapabileceği son görev bu oluyor. Ve geride kalan ve kurtarılabilecek durumda olan yaralılara müdahale etmeye saatlerce devam ediyor. Sabaha karşı dinlenmek için durduğunda ise oğlunu görmek istiyor, oğlunu altına götürdükleri ağaca doğru ilerliyor. Ağacın altının çok önce boşaldığını söylüyorlar.

Bir Anı Daha…
Bir Türk askeri Güney Cephesi’nde bir Fransız’la çatışıyorken Fransız asker vurulup yere düşünce cebinden bir resim çıkartıp bakıyor. Türk asker yanına geldiğinde ise bu tabloya şahit oluyor. Genç Fransız asker cebinden çıkardığı annesinin resmine bakıyor. İşte o anda Türk askeri az önce vurmaya çalıştığı askeri kurtarmaya çalışıyor. Olay yerine gelen Fransız komutan ise durumu öğrenmeye çalışırken askerimiz diyor ki “Evet onu vurdum, ama yanına geldiğimde onu annesinin fotoğrafına bakarken buldum. Benim annem öldü, geri dönsem bile kimsem yok. Ama onun annesi bekliyor, bu yüzden iyileşmesini istedim.” Fransız komutan donakalıyor.

Güney cephesinde olan binlerce hikayeden birkaçını dinledikten sonra arabayla geçtiğim ve o anda dümdüz ova gibi görünen yerlerde savaş anlarını hayal etmeye başladım. Daha Anzakların çatıştığı Kuzey Cephesi’ne gitmeden, Çanakkale Savaşı dendiğinde aklıma birkaç kelimeden çok daha fazlasının silinmemek üzere yazıldığını düşündüm.

Ve son olarak… Ulu Önder, Bilge Lider, Atatürk’ün, Çanakkale Savaşı’nda ülkelerini belki de ne uğruna terk edip ve ne için savaştıklarını bilmeden ellerine silah alan ve ülkemizde can veren “düşman” askerileri için yazdığı ve şimdi abidemizin yakınında hem İngilizce hem de Türkçe olarak yazılı şekilde duran ve Atamızın, topraklarımızda can veren askerlerin ailelerine ithaf ettiği metni paylaşmak istedim. Hangi ülkenin hangi lideri ülkesine düşmanca saldıran ve ölen düşman askeri için böyle bir yazı yazmıştır bilemiyorum… Ve bu, bana Mustafa Kemal Atatürk’ün, Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin en tepesine erişmiş olan “Kendini Gerçekleştirmiş İnsan”a verebileceğim en iyi örnek olduğuna inandırıyor. Ve canım Atam düşman askerinin geride kalan yakınlarının yüreğine bir nebze su serpebilme niyetiyle aşağıdaki yazıyı yazmıştır.

Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!
Burada dost bir vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükun içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. 
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!
Göz yaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır.
Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır.
Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.
                                                                          M.K. Atatürk

Sevgilerimle,

G. Nur Bilek




No comments: